🏐 Şeriat Tarikat Yoldur Varana Ilahisi

wGh9o. Severim ben seni candan içeru, Yolum vardır bu erkândan içeru. **** Şeriat tarikat yoldur varana Hakikat marifet andan içeru **** Kesildi takatim dizde derman yok Bu ne mezhep imiş dinden içeru **** Süleyman kuşdili bilir dediler, Süleyman var Süleyman’dan içeru. **** Senin aşkın beni benden alıptır Ne şirin dert bu dermandan içeru **** Yunus’un gözleri hundur açılmaz Kapında kul var sultandan içeru. Erkan Mutlu Sitemizde sanatçıya ait toplam 20 eser bulunmaktadır. Sanatçının sayfasına gitmek için tıklayın. ŞERİAT, TARİKAT, MARİFET VE HAKİKAT ALPEREN GÜRBÜZER Yunus ne güzel ifade etmiş şeriat ve tarikatı ”Şeriat, tarikat yoldur varana Hakikat meyvesi andan içeri” Yunus’un deyişlerinden de anlaşıldığı üzere tarikat bir yoldur. Öyle bir yol ki; Allah’a ulaştıran bir yol. Aslında Allah’a ulaşmada hem şeriat hem de tarikat gaye değil sadece vasıtadır. Şayet vasıta gayeleştirilirse Allah’a ulaşmak bir yana küfre düşme tehlikesi söz konusudur. Bakın Allah Resulü İslam nedir sorusuna cevaben —Namaz, Oruç, Zekât, Hac ve Kelimeyi Şahadet” demiş. İman nedir sualine ise —Allah’a, meleklere, kitaplara, peygamberlere, ahirete ve kadere Hayır ve şerrin Allah’ta geldiğine inanmak iman etmek” diye beyan buyurmuşlardır. Yine Peygamberimize ihsan nedir diye sual edildiğinde —Allah’ı görüyormuşsun gibi ibadet etmendir. Zira her ne kadar sen O’nu görmesen de, O seni muhakkak görür” buyurarak tasavvufa işaret etmiştir. Anlaşılan tasavvuf ihsan demektir. Tekrar sual edildi; —Ya Resulullah ! Bize kıyametten bahset. Allah Resulü —Bu meselede sorulan, sorandan daha âlim değil diye cevap verdi. Bu sefer de bir başka soru geldi —O halde kıyamet alametleri nelerdir? Bunun üzerine Allah Resulü —Cariyenin kendi sahibesini doğurması ve yalın ayak, çıplak, yoksul koyun çobanlarının bina yapmakta birbirleriyle yarış ettiklerini görmendir, buyurdu. Bu sualleri soran zat gittikten sonra, Allah Resulü yanında duran sahabeden Ömer İbnul Hattab’a dönerek —Ya Ömer! O sual soran zatın kim olduğunu biliyor musun? dedi. Hz. Ömer —Allah ve Resulü bilir dedi. Allah Resulü tebessümle —O Cibril’dir. Size dininizi öğretmeye gelmiş buyurdular. Yukarıda zikredilen karşılıklı soru cevap ilişkisinden çıkaracağımız ders ”İman-İslâm-ihsan” gerçeğidir. Bir insanda iman ve İslâm olur da, ihsan olmazsa o insan yine eksiktir. İhsan; öyle Allah’a ibadet edeceksin ki; O’nu görür gibi ibadet etmen demektir. Ki; bu hal binlerce insandan belki bir kişiye nasip olacak bir durumdur. İslam; itaat ve ibadettir, iman ise hem nur hem de kuvvet kaynağıdır. Allah’a görür gibi amel etmek ise tasavvufi hayat kapsamına girer. Kelimenin tam anlamıyla; İslam-İman-İhsan üçlü sacayağı Allah’a ulaşmak için sıçrama vasıtasıdır. Cümle meşayih İslam, iman ve ihsan ölçüsünce hareket etmişlerdir. Tarikattan maksat, Allah’ın rızasını kazanmak ve O’na vasıl olmaktır. Hünkâr Hacı Bektaşi Veli’nin Allah’a ulaşmada anlattığı dört kapı sırasıyla — Şeriat — Tarikat — Marifet —Hakikat’tir. Bu mertebeleri aşmayan Allah Resulü’nün tarif ettiği ihsan tasavvuf mertebesini anlayamaz. Onun için Allah dostları tasavvuf ilminin kal söz ilmi olmayıp, hal yaşayarak idrak edebilecek ilmi olduğunu beyan buyurmuşlardır. Bu yüzden Allah’ı görür gibi ibadet etmenin adıdır tarikat. Bunu ancak yaşayan bilir, yaşamayan bilmez. Tıpkı balı tadan biri ile tatmayan kişi arasındaki fark gibidir. Şeriat’ın lügat manası dinin çıplak manasını bünyesinde taşıyan kurallar manzumesi, yani İslam’ın zahiri hükmü manasınadır. Nitekim şeriat zahire hükmeder derken, dinin dış uygulama yönünü anlarız. O halde dinimizin dış veçhesini kavrayabilmek için İslami ilimleri tahsil etmemiz gerekiyor. Genel hatlarıyla İslam’a ait on iki ilim başlığı altında yer alan dallar şeriatın zahiri cephesini oluşturur. Tefsir, kıraat, hadis, fıkıh, kelam, mantık, siyer, sarf, nahiv, belagat ve mezhepler tarihi gibi bir dizi ilimler şeriatın zahiri yönünü içerir. Anlaşılan Hakk’a giden yolda şeriat, tarikat, marifet ve hakikat basamaklarını İslam-İman-ihlâs üçlü sacayağının ölçülerine göre yaşadıkça aşılabiliniyormuş. Her basamağı aşmak için de — İlmel yakin Zahiri ilimler — Aynel yakin Gözleme dayalı ilim — Hakkel yakin Bizatihi hissedilen ve yaşanılan ilim hallerini bir bir geçmek gerekiyor. Mesela elmayı tarif etmek ilmel yakindir, elmayı gözlemlemek aynel yakin, elmayı bizatihi ısırıp tadına varmak ise hakkel yakin halidir. Bütün bu mertebeler İslam ışığında gerçekleşir. Zira Kur’an’ı Muciz’ül Beyan ve Sünnet-i seniyye İslam’ın temel iki kaynağıdır. Kaynağını Kur’an ve hadisten almayan her oluşum yıkılmaya mahkûmdur. Hazreti Mevlana; ”Bir ayağımız sımsıkı şeriatta, bir ayağımızla dolaşırız yetmiş iki milleti pergel gibi” buyurması bu gerçeğe işaret etmek içindir. Her şeyin başında şeriat gelir. Şeriat İslam’ın dış gözü, tarikat ise iç gözüdür. Dış ve iç gözün birleşmesi ile marifet doğar. Marifet meyvesinin kemale ermesiyle de Hakikat zuhur eder. Bundan dolayıdır ki, Arif Sehreverdi ve Beyazıdı Bestami gibi büyük zatlar; ”Kim şeriatı tutup tarikatı bırakırsa fasık, kim de tarikatı tutup şeriatı bırakırsa zındıktır” demişlerdir. Dahası İmam-ı Rabbani yaşadığı dönemde şeriat ve tarikat tartışmalarına açıklık getirerek her ikisinin birbirinden ayrı düşünülemeyeceğini, bilakis bir bütün olduğunu belirtip iç ve dış yüzün birliğini beyan etmişlerdir. Böylece tarikat ve şeriat çekişmelerine son vermiştir. Malum; İmam-ı Rabbani iki bin yılının Hicri ikinci binin müceddidir. Onun için O’na Müceddid-i el Fisân-i denmiştir. O aynı zamanda dine sokulan bid’atleri temizleyen zattır. Tarikat-ı Âliyyeler ilhamını Kur’an ve sünnetten alırlar. Kur’an’ın ışığında en mükemmel yaşayış örneğini hiç kuşkusuz Allah Resulü göstermiştir. O’nun hayat tarzı Kur’an ahlakıydı. Bundan hareketle Şah-ı Nakşibendî —Sizin tarikatınız nedir? ” diye sorduklarında cevaben —Bizim yolumuz edebtir… ” Yine sorduklarında ise —Sünnetleri ihya etmek ve bid’atlardan kaçınmak cevabını vermişler. Hatta bu sözlere ilaveten; ”Her kim ki bunu işler bizim tarikimizdendir” diye buyurmuşlardır. Edeble Varış, Lütufla Dönüş. İ. Çetin. S. 72 —Allah Resulü Allah’ı görür gibi ibadet etme tatbikatını İhsan-tasavvuf Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali’nin meşreplerine uygun öğretmişte. Dolayısıyla bu manada en büyük kılavuz rehber-mürşid Peygamberimiz olmuştur. Hz. Ebubekir meşrebi icabı, Allah’a ulaşmada hafi gizli zikri esas almıştır. Bu yüzden gizli zikri tatbik eden tarikatlar Sıddık-ı Ekber’i örnek almışlardır. Hz. Ali’de coşkunluk mizacı ağırlık olduğu için, Allah Resulü ona cehri sesli zikri telkin edip bu yönde terbiye etmiştir. Bu nedenle cehri zikri uygulayan Kadiri, Rufaî gibi tarikatlar Hz. Ali’ye uzanır. Allah’a giden yollar görünürde farklı görünseler de birleştikleri nokta tevhit gerçeğidir. Bir tarikatın tarikat olabilmesi için, Peygamberimizden başlayarak günümüze kadar uzanan altın halka silsile-i şerife olması gerekir. Sürekli devir teslim geleneğinin olduğu meşayih halkası tarikat-ı âliyye’nin varlığını ortaya koyar. Eğer bir şeyh kendisinden sonra teslim edeceği şeyh yetiştiremezse, o tarikatın nispeti kesilir. Nitekim birçok tarikatlar tarihin belli dönemlerine kadar nispetlerini ve şecerelerini devam ettirebilmişler. Fakat daha sonraki evrelerde bir kısım tasavvuf yolları nispetlerini devam ettiremedikleri için silinip gitmişlerdir. Tarikatın en belirgin vasfı nispetin devamının göstergesi olan yaşayan bir diri şeyhin varlığıdır. Şeyhin hakiki mi, yoksa sahte mi olduğunu anlamak için de, kendisinden önce el aldığı şeyhin silsilesi olup olmadığına bakılmalı, hatta daha da derinlemesine analiz edip Hz. Ebubekir veya Hz. Ali’ye uzanan silsileyi meşayih’in zincirinin varlığını görmek icap eder. Bunlarda yetmez, şeyhin yaşayışı Kur’an ve Sünnet-i Seniyye üzerine olması gerekir. Aynı zamanda hem zahiri ilimleri hem de batını ilmi bitirerek halifelik icazeti alması lazım gelir. Mesela Mevlana Halid-i Zülcenaheyn’e gelen zincirden sonra aşağı yukarı Nakşibendî tarikatının bütün kolları Mevlana Halid’de birleşirler. Kelimenin tam anlamıyla Nakşibendî tarikatının birçok kollarının halka ve zincirlerinde kopukluk olmadığı müddetçe birçok tarikat kolu yoluna devam edecektir. Şayet bir mürit intisap ettiği şeyh halife bırakmadan bu dünyadan göç ettiyse, başka bir kolun hayatta yaşayan diri bir mürşidine intisap etmeli. Çünkü şeyhsiz tarikat devam edemez, ısrarla devam ettirilmeye çalışılırsa, o tarikat sembolik olmaktan öte anlam ifade etmez. Mutlaka kılavuza ihtiyaç vardır. Şeyhsiz yola çıkan uçsuz bucaksız engellerle karşılaşılacağı muhakkak. Dolayısıyla Allaha giden yolda karşılaşacağı bir takım hallerin şeytani mi yoksa rahmani mi olduğunu anlaması çok zor olacaktır. Yani sapla samanı karıştırmak an meselesi. Şöyle ki; kendine ayan olan bir takım haller zuhur ettiğinde, o hallerin rahmani sanabilir, oysa o gördükleri birtakım şeyler şeytanın hileleri neticesinde ortaya çıkan istidraç türü haller de olabilir pekâlâ. Dahası şeytan dinde olmayan birtakım unsurları dinmiş gibi lanse edip imanını çalmaya çalışacaktır, bu durum tehlikeli bir gidişatın işareti sayılır elbet. Sonradan ihdas edilen şeyhsiz tarikatların silsile şeceresi olmadığı için birkaç kişi bir araya gelip ”Biz de tarikat olduk” diye ortaya çıkabiliyorlar. Oysa bu tür gruplar bidatlarla iç içe yaşayıp hakiki tarikat-ı âliyyelere de leke sürmekteler. Düşünün ki iki çarşı var Çarşının biri bakırcılar veya tenekeciler çarşısı, diğeri de sarraflar çarşısı. Bakırcı ve tenekeciler çarşısını ses yankıları eşliğinde gezen bir insan, bunca kopan gürültüden hareketle ilk anda “Bu kadar ses olduğuna göre buradaki esnafın sermayeleri çoktur” diye yorumlayacak, fakat daha sonra tangur tungur seslerin sermayesizliğin işareti olduğunu fark edecektir. Malum sarraflar çarşısında dolanan bir insan ise; ”Hiç bir ses yok ama sermayeleri kazançları çok” olduğunu idrak edecektir. İşte medyatik ve şova dayalı sözde tarikat diye ortaya çıkan grup ve sahte Şeyhlerin durumu da tıpkı sermayesiz bakırcı ve tenekeci çarşısındaki esnafın durumuna benzer. Medyatik olmayan ve her türlü şovdan kaçınan, manevi tasarruf ehli tarikat ve şeyhlerin durumu da sessiz sarraflar çarşısındaki sermayesi bol kuyumcunun durumu gibidir. Gerçek şeyh, manevi tasarruf sahibidir. Aynı zamanda özü sözü bir olan, sükûtu metot edinen bir zat’tır. Hali ve yaşayışıyla sünnet-i Seniye’ye uygun halde yaşadığı gibi kıl payı da olsa sünnetten asla taviz vermemeye özen gösteren gerçek mürşidi kâmildir. Bu yüzden Abdulhalık-ıl Gucdevani nefsini boş yere tüketmemeye ”Huş-derdem” demiş. Sahte şeyhlerin en dikkat çeken yanı nefsini boş laflarla tüketmesidir. Hakiki şeyh öyle değil, O mecbur kalmadıkça veya kendisine sual tevdi edilmediği müddetçe konuşmaz, sadece müntesibine İslâm dairesi içinde nasıl yaşanılacağının tatbikatını gösterir. Kaldı ki; çok konuşanın aklı azalacağı gibi, dini de azalır. Manevi tasarruf sahibi zat’lar her geçen gün irşad halkası oluşturmanın derdinde olup insanları kendilerine bend etmekteler. Yüreğinde sevgi taşıyanlar ona koşarak beyat ederler. Nasıl ki; Ashab-ı Kiram Allah Resulü’ne Akabe Beyatı yapmışsa, Mevlana Şems-i Tebriz’e, Yunus Tabduk’a, Akşemseddin Hacı Bayram Veli’ye beyat etmişlerdir. Mürşide intisap da zaten beyatla oluyor. İcazet almamış herhangi bir şahsiyet beyat veremez. Mutlaka mürşit silsilesi olması lazım. Tarikat mevzusunda yapılan tartışmalar farklı mecralara çekilerek hedef saptırılmaktadır. Oysa şeriat, tarikat gibi kavramların tarifini yapmadan gayesini ortaya koymadan, uygulamalara bakmadan, metodunu tespit etmeden hüküm vermek abesle iştigaldir. Tarikat kavramını Allah Resulü’nün tarif ettiği ihsan çerçevesinde tarif ettiğimizde, ancak o zaman tarikat-ı âliyye’yi doğru zemine oturtmuş sayılırız. Tarikatın metodu şeriata ve sünnete uyumlu ise o tarikat eleştirilemez. Gayesi ”İlahi ente maksudu ve Rıdaike Matlubu” Allah’ım maksadım sen istediğim senin rızanı kazanmaktır olan, virdlerin belirli sayıda Allah adını zikretmek her dönümünde bu cümleyi dille ikrar edip her türlü riyadan kaçma tedbiri alan tarikatlara asla sözümüz olamaz. Hatta tatbikatları ve gidişatları Kur’an ve Sünnet ışığında ise, bid’atlardan uzak kalıyorlarsa bu gibi tarikatlar baş tacı yapılır. Şeriat, tarikat gibi kavramların hepsi birer vasıtadır, hiç bir zaman gaye değildirler. Allah’tan gayri her şey masiva’dır. Tarikat da masivadır. Allah’a gidilen yolda masivalar vasıtadır sadece. Hıristiyanlar masivaları gayeleştirdikleri için dejenerasyona uğradılar ve teslis inancını türettiler. Hz. İsa ulûhiyet isnat edilip hâşâ Allah’ın oğlu dediler. Hatta bazı sapkın cereyanlar da günümüzde vasıtaları amaçlaştırdıkları için, benzer tür sapıklıklara düşüp kendini Peygamber veya Mehdi görenler bile ortaya çıktı. İlim’den nasibi olmayanlar, cehaletlerine birtakım insanları alet ederek fitne ürettiler. Anlaşılan o ki; sahte şeyhler, sahte mehdiler her devirde sahneye çıkabiliyor, çıkacakta. Cilveyi Rabbaniye olsa gerek bugün de var yarın da olacak. Çünkü hepimiz imtihan dünyasındayız. Her ne kadar din baronları, şarlatanlar cirit atsalar da, güneş balçıkla sıvanamaz. Metodu ilim olan, tarifi ihsan olan, kabulü Kur’an ve sünnet olan, uygulaması şeriat çerçevesinde olan, gayesi ”İlah-i ente maksudu ve rıdaike matlubu” olan bir tarikat-ı aliyye elbette ki haktır, hak kalacakta. Allah kıyamete dek gerçek anlamda Peygamber varislerini insanları irşad için göndermektedir. Peygamberlik kapısı Hz. Muhammed ile son bulmuş, ama evliya kapısı kapanmayacak ve kıyamete dek sürecekte. İlmi ile amil olmuş Ehlullah her devirde irşad göreviyle mükelleftirler. Allah Resulü’nün yaşayışını düstur edinen ve sünnete ittiba eden her mürşid-i kâmil manevi yönden Peygamberimize haleftir. Yani enbiya’ya varistirler. İster adına şeyh denilsin ister mürşit diye zikredilsin, yeter ki gidişat ve istikameti şeriat-ı garra üzerine olsun onun nefesi cümle âleme yeter artar da. Gökte de uçsa, deniz üzerinde yürüse de, birtakım olağan hadiseler gösterse de eğer sünnet ve şeriat istikamet üzerine değilse ona mürşit denilemez. Aslında kendinde sadır olan bir takım haller de keramet değil, istidraç olarak yorumlarız. Bu yüzden “Müminin istikameti velinin en büyük kerameti” denilmiş. Kaldı ki, gerçek Allah dostu keramet sevdasına kapılmaz, O’nun gayreti hep İslam üzerine yaşamak ve çabası Allah içindir. Asıl marifet, şeriat ve tarikatı birleştirerek hakikate ulaşabilmektir. Allah Resulü’nün hayatında görülmeyen uygulamaları adet haline getirerek amele dönüştürenler olağanüstü haller gösterseler de istikamete erişemezler. Mürşidi Kamil belli bir kesime değil, umuma şamil olmalıdır. Her kesimi kucaklayan mürşit gerçek manada irşad edicidir ancak. Muhammed Nuri Şemseddin belirttiği gibi Mürşid-i Kâmilin birçok alameti olmasına rağmen şu üç vasfın yaşayışında görülen hakiki Allah dostu sayılır; Birincisi O’nun mübarek huzuruna vardığın zaman, bütün gam ve kederlerin bir anda gidip, içinde bir ferahlık bir sevgi hâsıl olur. İkincisi O’nun saadet getiren meclisinden hiç ayrılmak istemezsin. O’nun inciler gibi saçılan sözleriyle özünün aydınlığı ve sevgisi artar. Üçüncüsü O’nun hoş ziyaretine gelen büyüklerden, küçüklerden kim olursa olsun, padişah Devlet başkanı-devlet yöneticileri dahi olsa elini öpmek zorunda kalır. Hayır duasını dilemekle de mesrur olur. Çünkü bu büyük zatın bütünüyle tutum ve davranışları Resulullah’ın gidişatına uygundur; Allah O’na salât ve selam eylesin. İşte anlatılan bu üç belirti, hangi değeri yüksek zatta; gösterişe ve işitsinlere kaçmadan görülür ve bilinirse hiç durmayasın. Hemen git, tam manasıyla teslim ol… Bkz. Miftahül Kulûp. Akpınar Yayınevi – M. Nuri Şemseddin – Hazırlayan Abdulkadir Akçiçek. S. 28 Velhasıl; sözün özü şeriat bir ağacın damarı gibi; tarikat kökü, marifet ağacın dalı, hakikat de ağacın meyvesi gibidir. Doğru İslamiyeti ve İslam layık doğruluğu anlatmak ve yaşamak zorundayız. Bu nedenle İslam adına yapılan ama islama uymayan bazı uygulamalar islamiyete ve müslümanlara zarar karşılaşıyorsunuz. Namaz kıldığından, oruç tuttuğundan söz ediyor. Sohbetiniz sürüyor ve sonunda, şeriatın en önemli iki emrini yerine getiren bu adamın, şeriata karşı olduğunu görüyor ve hayret başkasıyla görüşüyorsunuz. Şeriatı hararetle savunuyor. İç âlemine, ibadet dünyasına iniyorsunuz, İslâm’ın ceza hükümlerinin tatbiki için gösterdiği heyecanın yüzde birini, ibadet hayatında göstermediğine şahit oluyorsunuz. Yine hayrete iki farklı adam hakkındaki kanaatiniz aynı oluyor Bunlar şeriatı bilmiyorlar!.Şeriat ne demektir?Şeriat “Din”, “Allah’ın emri”, “İlâhî emir ve yasaklar” gibi mânâlara çekirdeğe ağaç olma kâbiliyeti yükleyen, onu meyve verebilecek şekilde programlayan Allah, bu gayenin tahakkukunu birtakım şartlara bağlamış. Bu şartlar manzumesine şeriat-ı fıtriye deniliyor. O çekirdek, toprağını bulacak, suyuna kavuşacak, güneşle sohbet edecektir ki ağaç mahiyeti de o çekirdek gibi. Cennet hayatını netice verebilecek bir çekirdek. İşte şeriat, bu insan mahiyetinin rıza beldesi olan cennete lâyık olabilmesi için uyması gereken kanunlar O’nun koyduğu sınırlar içinde düşündüğü takdirde, mârifetullaha eriyor. Dil, hayır söylediği ölçüde o ebed ülkesinde ulvî sohbetler yapmaya aday oluyor. Beden, Allah için yorulduğu nispette o saadet beldesinin maddî nimetlerinden faydalanmaya hak korku, şefkat, merhamet gibi hislerden, göze, kulağa, ele, ayağa kadar her şey ancak Allah’ın emir dairesinde çalışmaları hâlinde terakki ediyor, ulvîleşiyor ve ulvî âlemlere yöneliyorlar. Şeriat, hakikate giden yolun ismi. Lügat mânâsı, “Su membaından su almak için girilen yol.”Hakk’a ermenin ve hakikati bulmanın yolunu, Yunus’umuz ne güzel özetler"Şeriat, tarikat yoldur varana,Hakikat meyvesi andan içerü."Yola girmeden, menzile erişilemez. Şeriatsız, hakikate erme iddiaları, sahibini oyalamaktan öte bir işe yaramayan nâfile ibadetlerin simgesi. Şeriat yolunda sağlam yürüyebilmek, nefis ve şeytana karşı daha güçlü olabilmek için konulmuş bir terbiye ameliyesi. Kulu, Rabbine daha fazla yakınlaştırmaya vesile. Nefsini daha tesirli bir şekilde terbiye etmesine hakikate ulaşmak için öncelikle İlâhî emirlere harfiyen riayet etmek ve bu vadide kalbini daha sağlam, ruhunu daha güçlü kılmak için de nâfile ibadetlere devam etmek müceddid İmam-ı Rabbani’yi dinleyelim“Dilin yalan söylememesi ve doğru konuşması şeriattır. Kalpten yalan düşüncesini uzaklaştırmak, eğer zorlayarak ve çalışarak olursa tarikat, eğer zorlanmaksızın müyesser olursa hakikattir.”Büyük İmamın bu güzel misalinden şunu anlamıyor muyuz? Doğru sözlü olmak, Allah’ın razı olduğu güzel bir ahlâk, yâni hakikat. Kul, bu hakikate ermek için, ilk olarak, şeriatın “yalan söylemeyiniz” emrine uyar; dilini bu günahtan uzak tutar. Daha sonra kalbine yalan söyleme arzusu gelmemesi için ruhunu tedavi etmeye başlar. Bu vadide bir gayretin, bir faaliyetin içine girer. Sonunda kalp hiçbir zorlamaya, çalışmaya lüzum kalmaksızın yalan söylemekten nefret eder hâle gelir. Artık o kalbe, yalan yanaşamaz olur. Konuştu mu mutlaka ve büyük bir rahatlıkla doğruyu söyler. İşte bu adam doğru söylemenin hakikatine imamın bu ifadelerinden hakikate ermenin, bu mutlu neticeye kavuşmanın tarikatsız da olabileceği anlaşılıyor. İnsan, doğrudan, şeriattan hakikate geçebilir. Ama, bu ermenin, bu varmanın şeriatsız olmayacağı bir tasavvuf tahlili yapmak istemiyorum. Bunları sadece şunun için yazdım. Şeriat denilince, sadece, İslâm’ın ceza hukukuna dair hükümlerini anlamak eksik söylememek de şeriattır. Yalan söylemeyen, gıybet etmeyen, başkasının malına, canına, ırzına, namusuna kötü nazarla bakmayan, helâl kazanç peşinde olan bir insan da şeriat üzeredir ve hakikat yolundadır. Böyle birinin şeriata karşı çıkması, kendisiyle tenakuza düşmesi temeli, şeriatın esası, insanın yaratılışına dayanır. Karşımızda bir cansızlar âlemi mevcut. Bu âlemde her zerre, her yıldız, hava, toprak, su, ziya her şey Allah’ın küllî iradesine tâbi. O’nun koyduğu İlâhî kanunlara uygun hareket etmede. Ama bu uymada, irade söz konusu değil. Her şey O’nun emrine, yine O’nun iradesiyle boyun eğiyor. Melekler âlemi de bu hakikatin bir başka görüntüsünü sergiliyorlar. İbadet için, tesbih için, hamd için yaratılan bu varlıklarda da insandaki mânâsıyla bir irade mevcut değil. Onlar, Allah neyi emrederse onu gelince o, hilkat tablosunda apayrı bir manzara sergiler. Her şeyiyle Allah’ı tesbih eden şu kâinatın bu şuurlu meyvesinin de her hücresi, her organı daima tesbihte, daima ibadettedir. Zaten bunların idaresi ona verilmiş değil. Ne ciğerini kendisi çalıştırıyor, ne kanını kendi iradesiyle deveran ettiriyor. İşte, hepsi Allah’a itaat üzere bulunan bu beden ülkesine, bir sultan tayin ediliyor Ruh. Bu ruha, büyük bir lütuf ve yine büyük bir imtihan olarak irade ihtiyar ve irade sahibi bir varlık. Parmağıyla dilediği yöne işaret edebiliyor, yüzünü istediği tarafa dönebiliyor. Kendisindeki bütün duyguları dilediği gibi kullanabiliyor. Nereye isterse oraya gidiyor, neyi arzu ederse onu yiyor, neden hoşlanmazsa ondan iradenin önüne teklif çıkarılmış, bu iradenin önüne imtihan çıkarılmış ve netice itibariyle bu iradenin önüne cennet ve cehennem şeriat insan iradesinin Allah’ın razı olduğu sahalarda dolaşmasını emreden ve O’nun razı olmadığı sahalardan kaçınmasını ikaz eden bir emir ve yasaklar zinciri. Kul bu İlâhî ipe sımsıkı sarılmakla iradesinin önünde iki ayrı saha var. Biri dünya, diğeri ise Âhiret işleri. Ama şu var ki, İslâm’da dünya işlerinin hepsi için de getirilmiş kanunlar, kaideler mevcut. Kul, bunlara uyduğu takdirde hem ibadet etmiş, hem de dünya hayatını daha rahat, daha mesut yaşamış üzerinde yapılan münakaşaların daha çok bu ikinci grupta merkezleştiğini görüyoruz. Bu ikinci kısım da ikiye ayrılıyor. Biri muamelât, diğeri ceza. Ve şeriat üzerindeki tartışmaların ağırlık merkezi, bu son kısım. Elbette, ceza hukuku yönünden de İslâm’ın koyduğu birçok hükümler mevcut. Bunlar da şeriat ve bunlara da inanmak emir gibi bunlara riayet etmeyen de mesul olmakta. Böyle bir emre uymayış, ona karşı bir vurdumduymazlık, bir isyan mahiyeti taşıyorsa sahibini günahkâr eder. Şayet, o İlâhî emri, o Kur’anî hükmü inkâr etmek, onu reddetmek tarzında ortaya çıkıyorsa küfre sokar. Ama, İslâm sadece bu hükümler değil ve din sadece bunlardan ibaret değil. Meseleyi yalnız bu sahaya çekmek, kısır bir değerlendirme, yanlış bir anlayış hükümler şu üç ana gruba ayrılırlar Biri, ferdin kendi nefsine karşı vazifeleri. Diğeri, ailesine karşı vazifeleri. Üçüncüsü de cemiyet hayatındaki vazifeleri. Şeriatın bunların her üçüne de getirdiği ölçüler, hükümler var. Her birinin inkârı küfür ve her birine karşı isyan etmek günah. Ama bunlar arasında öncelikli olanlar, ferdin kendi nefsine ait vazifeleri. Bunların başında da ibadet geliyor. İnsanın kendi nefsine ve ailesine ait mükellefiyetleri hususunda, bütün semâvî kitaplarda hükümler mevcut. Hepsinde ibadet emredilmiş, hepsinde günahlardan sakınma esas ibadetlerin şeklinde, vaktinde, miktarında farklılıklar var, ama ibadeti emretmeyen, ahlâkı emretmeyen bir hak din göstermek mümkün değil. Lâkin, sosyal kaideler, hele devlet yönetimine dâir hükümler, dinlerin en mükemmeli ve en sonuncusu olan İslâm’da kemâliyle yer özellikle ifade etmek isteriz İnsanın yaratılış gayesi, bütün dinlerde müşterek. Bu gaye, Kur’an-ı Kerim’de “Ben insanları ve cinleri ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.” âyetiyle ifade buyurulmuş. Bir de belli şartların tahakkukuna bağlı emir ve yasaklar var. Bunlardan biri de ceza hukukuna dair hükümler. Bu hükümler şarta bağlı. Bugün Almanya’da, İngiltere’de, Fransa’da yaşayan Müslümanların bu emirleri tatbik güçleri yok. Ve bunlardan sorumlu da konuda yapılan tartışmalarda, muhatabı olan mü’mini İslâm’ın bir kısım emirlerini kabul etmiyormuş gibi göstermek ve onu insafsızca tenkit etmek, tek kelimeyle zulüm olur. İslâm kardeşliğini baltalayan ve âhirette cezası pek büyük olan bu tarz ithamlardan hassasiyetle kaçınmak insanları fakir bir ülke hayal ediniz. Siz bu ülkenin fertlerini, İslâm’ın zekât farîzasını yerine getirmemekle suçlayabilir misiniz? Elbette ki hayır. İslâm’ın ceza hükümlerine inandığı halde bunu tatbike gücü yetmeyen bir Müslüman da böyle değil midir? Bunları tatbik etmek devletin vazifesidir, ferdin değil. Dolayısıyla da ferde herhangi bir sorumluluk terettüp temel hükümleri, hangi beldede olursa olsun, ferdin uymak zorunda olduğu İlâhî yönetimiyle ilgili hükümler de İlâhîdir, onlara inanmak da her mü’mine farzdır; ama onların uygulanmasından sorumlu değildir.“Şeriatta; yüzde doksan dokuz ahlâk, ibadet, âhiret ve fazilete aittir. Yüzde bir nispetinde siyasete mütealliktir. Onu da ulûl-emirlerimiz düşünsünler.” Bediüzzamanİslâmî hükümler hakkında getirilen bir sınıflandırmayı da burada nakletmek isterim. İlâhî hükümler iki kısma ayrılıyor Bir kısmı sadece Müslümanlara uygulanan hükümler, diğeri ise bir İslâm beldesinde yaşayan herkese tatbik edilen hükümler. İşte bu ikinci kısım, “muamelât” ve “ceza” hükümleri. Bir gayr-i müslim cizye vererek İslâm beldesinde yaşıyorsa, o beldenin bir vatandaşı olarak bütün muamelat ve ceza hükümlerine muhatap ederse eli kesilir, birisine zina iftirasında bulunursa cezalandırılır. Bazı çevreler meseleyi ters değerlendirerek, İslâm’ın ceza hükümlerinin uygulanmadığı bir ülkede namaz kılmanın, oruç tutmanın da bir mânâ ifade etmeyeceği gibi çok saptırıcı ve bir o kadar da mesuliyetli sözler söylüyorlar. Kendilerine karşı çıkan mü’minleri de Allah’ın hükümlerinden bir kısmını dikkate almamakla bu iddia asıl kendileri hakkında geçerli oluyor. Şeriatın yüzde doksan dokuzunu teşkil eden ve dinin temeli olan hükümleri hafife almak ve dinde sadece müslim - gayr-ı müslim herkese uygulanan ve cemiyetin huzur ve saadetini temin eden muamelât ve ceza hükümlerine ağırlık vermek gibi bir hatanın içine her rekâtında Fâtiha’yı okuyan ve Rabbinden “sırat-ı müstakime” hidayet talebinde bulunan bir mü’minin, çok dikkatli olması gerek. Aşırılığın her türlüsü, yâni ifratı da tefriti de insanı istikametten noktada düşülen iki aşırılığa kısaca temas edeceğiz Bazı insanlar, bu asırda İslâmî hükümlerle hükmetmenin mümkün olmadığını iddia ederken, diğerleri de İslâm hükümleriyle hükmetmeyen herkesi, niyetlerine bakmaksızın, hemen küfürle itham ediyorlar. Bunların biri ifrattadır, diğeri tefritte. Yâni ikisi de aşırı, ikisi de istikametten birinci yanılmadan söz etmek isteriz. Meşhur bir kaide vardır. “Bir şey sabit olursa, levazımıyla sabit olur.” El dendi mi, parmaklar onun lâzımıdır. Eli, parmaksız düşünemezsiniz. Ve böyle bir elden istifade edemezsiniz. Yüz dendi mi, gözü ondan ayıramazsınız. Gözsüz bir yüzün önemli bir yanı eksik demektir. Gözün de akını karasından ayıramazsınız. Parmak elin, göz yüzün, gözbebeği de gözün lâzımıdır. Ondan ayırır ve tek olarak düşünürseniz bir fayda elde edemezsiniz. İslâmî hükümler de öyledir. Bir bütün olarak düşünülmelidir. Ve ancak o zaman, ferdi ve cemiyeti terakki ettirir; huzura, saadete temel şartlarının ihmale uğradığı, ferdî ve ailevî hayatın yanlış esaslar üzerine bina edildiği bir cemiyette, sadece muamelât ve ceza hükümlerinin tatbiki fazla bir fayda sağlamaz. Yahut bu hükümlerin, böyle bir cemiyete tatbiki mümkün olmayabilir. Olsa bile, birçok kimse, bunlara, inanmadan ve istemeyerek uymakla nifaka düşer. Müslüman görünür, ama bir İslâm düşmanı olarak bir bütün olarak değerlendirilmesi gerektiğine bir misal vermek isterim. İslâm’da faiz haramdır, yasaktır. Bu yasağı getiren âyet-i kerimeyi “Müminler ancak birbirinin kardeşidirler.” âyetiyle birlikte düşünmek gerekir. O zaman şu hakikat ortaya çıkar“Bir mü’min, ihtiyaç içinde kıvranan ve kendisinden borç isteyen bir kardeşine borç verirken, şer’î ifadesiyle ona karz-ı hasende bulunurken, bu parayı fazlasıyla geri alma talebinde bulunamaz. Bunun kardeşlikle bağdaşması mümkün değildir.” İslâmî kardeşliğin son derece zayıfladığı, kişinin kendi öz kardeşine oyunlar oynadığı, tuzaklar kurduğu, devlet malının acımasızca yağmalandığı bir cemiyette, İslâm’ın faiz yasağı icra edilemiyorsa, kabahat o bozulan bünyenindir; ilâcın, yahut gıdanın istikamet sınırlarını aşan ikinci iddiaya. Bir cemiyette, İslâm’ı tam tatbik etmeyen, hükmünü ona göre vermeyen veya veremeyen bir insana hemen kâfir damgası vurmak da insaf değildir. Zira, iman küfre zıttır. Bir insan İslâm’a zıt bir hüküm veriyor, bir icraat yapıyorsa, bunu İslâm’ı reddederek yapacaktır ki küfre girsin. Aksi halde onun küfründen değil günahından, isyanından söz gibi küfürde de niyet ve irade şartı vardır. Bir adam ancak, “İslâm’ın şu husustaki hükmü şöyle ama, ben onu kabul etmiyor ve şöyle hareket ediyorum.” derse küfre girer. Böyle bir niyeti ve iradesi yoksa, işlediği hata, verdiği yanlış hüküm tamamen bilgisizliğinden yahut irade zaafından kaynaklanıyorsa, yaptığının da yanlış olduğunu biliyorsa bu adama kâfir demek Ehl-i sünnet itikadınca mümkün ancak, büyük günah işleyenin kâfir olduğuna hükmeden “Haricîler”, yahut böyle bir kimsenin imanla küfür arasında kalacağını savunan “Mûtezile” iddia edebilir. Bunların ise ehl-i dalâlet olduklarında bütün Ehl-i sünnet âlimleri dikkatli olmamız gerekiyor. İslâm’ı savunuyorum derken, bilmeden dalâlet ehlinin yoluna girebiliriz... Çocuk gün; babamın kitaplığını karıştırırken İran'da ilkokullarda okutulan bir "alfabe" elime geçti. Tabii bunun İran'da okutulan bir alfabe olduğunu daha sonra öğrenmiştim. Bu arada şunu dile getirmekten de kendimi alamıyorum. Yıllarca kullandığım "alfabe" sözcüğü yerine "abece" sözcüğünü kullanmak hiç içimden geçmiyor. Öğretmen arkadaşlarım ki; çoğu bu konuda çok duyarlıdırlar ilkokulda okuma-yazmayı söktüğümüz alfabe kitabı; herhalde Türk Alfabesi'ne geçildiği dönemde hazırlanmış ve basılmıştı. Gerek kadın, gerek erkek ve gerekse diğer çizimleri; son derece ilkeldi ve o günlerimizin bile çok gerisindeydi. Fakat İran Alfabesi bambaşka idi. Beni en çok şaşırtan görünüm de; kadınlarının tümünün "eşarplı" olmaları; erkeklerin ise takım elbiseli ve kravatlı olmaları ki; o dönemlerde İran'la ilgili gördüğümüz tüm fotoğraflarda; İran'ın modern bir yüzü karşımıza çıkardı. Zaten bu konudaki en büyük merakımız; Şah Rıza Pehlevi'nin çocuğunun olmaması ve İran'ın veliahtsız kalırsa ne olacağı idi. Tabii kadınların İran'la ilgili sıkıntısı da; Şah'ın Prenses Süreyya'yı bu nedenle boşayıp boşamayacağı idi! Sonunda Şah Süreyya'yı boşadı ve Farah Diba ile da oldu ama "şah bir yana taht bir yana..." Alfabede görünen kadınların neden başörtülü olduğunu rahmetli babama sorduğumda; İran'da İslamiyet'in gündelik yaşamdaki etkisinin Türkiye'den çok daha fazla olduğunu ve eğer alfabe böyle basılmamış olsaydı; din adamlarının bunu engelleyebilme olasılığının olduğunu söylemişti. İran'la ilgili fotoğrafları kafamda canlandırınca; bu açıklamaya epey daha sonraki yıllarda; şah dönemi İran'ının yapısını biraz araştırınca olayları daha iyi anlamıştım. Örneğin; o dönemde İran parlamentosunda bir tasarının yasalaşması için parlamento içindeki din adamlarından oluşan bir heyetin de onaylaması gerektiğini çok sonraları öğrenmiştim. O parlamentonun ne derece demokratik seçimlerle oluştuğu tartışılırken; bir de din adamları heyetinin olması; işi anladığımız biçimiyle demokrasiden iyice gerçek buydu. O dönemde şah; "akdevrim" adını verdiği bir sözde devrim yapıyor ve kısa sürede gerçekleştirdiği bir toprak reformu sonrasında; İran halkının çoğunluğunun yaşadığı kırsal kesimde; sağlık ocağı okul vb. gibi kurumlar açılıyordu. Günahı söyleyenlerin boynuna; aslında "devrim" diye kendi mülkiyetindeki toprakları satıyor ve büyük kâr sağlıyormuş. Ama dünya kimselere kalmıyor...Bizim gazetelere pek yansımadı ama kulağımıza geldiğine göre o günlerde Fransa'ya resmi bir ziyaret yapan Şah'a bir televizyon söyleşisinde spiker ilginç bir soru sormuş. "Sizin yapmakta olduğunuz devrim aşamasında örnek aldığınız herhangi bir lider var mı?"Şah bu soruyu "hayır yok" diye yanıtlamış. Bu kez spiker "Sizin bu devriminizde; Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'ü örnek aldığınızı söylüyorlar. Doğru mu" diye sormuş. Şah'ın verdiğini duyduğumuz yanıtı çok ilginç. "Hayır" demiş "Mustafa Kemal din duyguları zayıf bir insandı. Biz samimi Müslümanlarız..."Tabii o dönemde; Paris büyükelçiliğimizde kıyamet kopmuş. Bir bomba atsalar ancak bu kadar gürültü çıkarırmış. Ve elbette yalanlamalar ve "çeviri hataları yapılmış" gerekçeleri açıklanmış. Bizde de bu "nahoş" durumun pek üstüne gidilmedi. Olay "mollaların" devirdiği laik İran Şahı işte bu kadar ve böyle! Laik bir devlet adamı idi...O günlerin İran'ının iyi bilinmesi gerektiğini düşünüyorum. Zira İran'da Şah ve ailesinin kaçması ve ardından Ayetullah Humeyni'nin İran'a gelerek İran İslam Cumhuriyeti'ne giden sürecin başlaması; bizim laik arkadaşlarımızdan çok önemli bir bölümünün "kâbusudur" ve samimi olarak benzer şeylerin Türkiye'de de olabileceğinden endişe İran ve Türkiye bu bakımdan birbirine hiç benzemezler. Yukarıdan beri sıraladığım özelliklerden hiçbiri Türkiye'de yoktur. Bunların yanı sıra; Türkiye'de yaygın olan İslami mezheplerin yapısı İran'a hiç benzemez. Ne Sünni Hanefi mezhepte ne de Alevilik'te; İran'da görülen "din hiyerarşisi" yoktur. Yani ne bizdeki Alevi dedeleri Caferi anlamda din adamı sayılırlar; ne Sünni Hanefi mezhepte "din adamı" olarak isimlendirilebilecek bir sınıf vardır. Cemaatin önüne kim geçerse ve namazı kıldırırsa "iman" odur. Din alanında; yetkin ve sözü dinlenir kimi uzmanlar vardır ama bunlar; İran'da görüldüğü üzere "bir din hiyerarşisi" İslami bilgileri olan ve sözü dinlenen "Hocalar"dır. Büyük saygı görürler... Yukarıda da vurguladığım gibi; Türkiye'de kendini "çağdaş" ve "laik" tanımlayan yurttaşların önemli bir bölümü; İran'da gerçekleşenlerin bir gün Türkiye'de de gerçekleşebileceğinden endişe ediyorlar. İran'daki "mollalar rejiminden" kaçanlar da; bu korkuyu tahrik ediyorlar. "Bizim yaşadıklarımızdan ders çıkarmıyor musunuz?" isterseniz; şu anda İran'da hüküm süren insanlara hiçbir sempati beslemiyorum. Fakat şah zamanında; petrol zengini İran'daki gelirler arasındaki uçurum; sanıyorum "İslam devrimini" ! tetikledi. Atalarımız ne demiş?.."son pişmanlık fayda etmez..."Yorum ŞERİAT TEHLİKESİ Mİ YOKSA ŞERİAT CEHALETİ Mİ? Ülkemizde zaman zaman sokağa taşan bazı kalabalıklar eskiden ve daha yakın zamanlara kadar “kahrolsun şeriat! Kahrolsun şeriat!” diye avaz avaz bağırırlardı. Şimdilerde ise “Türkiye laiktir, laik kalacak, Türkiye laiktir, laik kalacak!” sözleri ile gürültü yapanlar, bize göre ancak çevre kirliliğine hizmet bağırıp çağıran kimselere, bir saniye deyip de sorsanız, sen şimdi kahrolsun şeriat diye bağırıp çağırıyorsun, nedir şeriat deseniz. Bunlardan hiçbirinin doğru cevap verebileceğini sanmıyorum. Belki onlar, biz şeriat nedir bilmiyoruz; fakat bize böyle bağıracaksınız, dediler, biz de görevimizi yapıyoruz diye cevap verseler belki daha iyi yapmış olurlar ve oynanan oyunların perdesini kaldırmış olurlar. O zavallılar bilseler ki, onların bağırıp ses çıkarmaları, ses tellerini titreştirerek ün vermeleri ve selen yapmaları bile bir şeriattır. Çünkü tüm varlıklar hem kendileri ve hem de çevreleri bünyelerinde kural ve kanunlarla kuşatılmıştır. Canlı ve cansız varlıkların uydukları kanun ve kurallar vardır. Bilhassa canlıların hayatları kanun ve kurallar bileşkesinden ibarettir, diyebiliriz. Yani her canlı varlık hayatında bir yol takip eder. İşte onun yaşadığı bu hayat tarzına şeriat derler. Bunun için şeriat doğal hayat kanun ve kuralları demektir. İnsan, hayvan, bitki ve cansız varlıkların, tüm yaratıkların kendilerine göre konulmuş bir kanun ve kurallar toplamı vardır. Bu sebeple güneş doğar ve batar, bu bir şeriattır. Yaz gelir, kış gelir bu bir şeriattır. Gece olur gündüz olur bu bir şeriattır. Canlılar doğar, yaşar ve ölürler bu bir şeriattır. Hayvan, bitki ve cansız varlıklar için dıharma ne ise insanlar için de şeriat odur. Diğer canlı ve cansızlar, onların bünyelerine konulmuş olan bu kanun ve kurallar karşısında sanki bir robot gibidirler. Hatta badem ağaçlarının havalar biraz ısınınca kış ortasında çiçek açmalarının sebebi budur. Onlar, akıl ve irade sahibi olmadığı kural ve kanunlara isteseler de istemeseler de uymak zorunda oldukları için şartların, kanun ve kuralların elinde bir robotturlar. Ancak insan böyle değildir; o akıl ve irade sahibi bir varlıktır. Fakat insanda da robot kanunları vardır. Genel olarak onun bedeni böyle kanun ve kurallarla çalışır. Mesela insanın kalbinin, midesinin, böbrek ve ciğerlerinin çalışması böyledir. Yani bunlar bir robot gibi kendileri için konulmuş olan kanun ve kurallarla uyup görevlerini yerine getirirler. Fakat insanda bir de yeme, içme, giyinme, konuşma, çalışma, sözleşme… ve evlenme gibi irade kanun ve kuralları vardır ki, o bunlara kendi özgür iradesi ile ya uyar veya uymaz. İnsanın iradesiyle yaptığı işlerde Allah’ın buyruklarına ya uyar veya uymaz. Çünkü hayat bir imtihandır. Allah şunları yiyin, fakat şunları yemeyin, şu kişilerle evlenin fakat şu kişilerle evlenmeyin, kendi ürettiğiniz şeyleri, çalıştığınıza sahip olun, başkalarının mallarını çalıp çırpmayın faiz yemeyin buyurmuştur. İşte insana daha doğrusu Müslüman’a Allah’ın peygamber’i vasıtasıyla bildirmiş olduğu emir ve tavsiyeler, onun yaşaması gereken hayat şeriattan ibarettir. Yani şeriat, yaratıcı gücün varlığı yaratırken onların tabiat ve fıtratlarına koymuş olduğu kanun ve kurallardır ki, tüm varlıklar hayatlarında bunları yaşar ve yaparlar ve bu yollarda yürürler. Zaten Yunusumuz da şu sözlerinde bu gerçeği dile getirmiyor mu?Kime didar gününden şule değse, Anın şulesi var günden tarikat, yoldur varana, Hakikat, meyvesi, andan kuşdilin bilir derler, Süleyman var Süleyman’dan Arapça kökenli bir sözcük olup; "yol; mezhep; metod; âdet; insanı bir ırmağa, su içilecek bir kaynağa ulaştıran yol" anlamına gelir. İslam dinindeki terimsel anlamı ise "ilâhî emir ve yasaklar toplamı", "İslam'ın kutsal kitabı 'ın kuran ayetleri, İslam'ın son peygamberi olan Muhammed'in söz ve fiilleri Sünnet/ Hadisleri ve İslâm bilginlerinin görüş birliği içinde bulundukları hususlara dayanan ilâhî kanun"dur. Bu açıdan anlam olarak din terimine benzeyen şeriat teriminin din teriminden farklılığı kullanım şeklindedir. Zira şeriat, "dinin insan eylemlerine amel ilişkin hükümlerinin bütünü", "dinin dışa yansıyan görüntüsü ve dünya ile ilgili hükümlerinin tamamı", "İslam Hukuku" gibi anlamlar için kullanılmaktadır. Kısaca dini hükümlerin bütünü ve dinin dünyevi ve maddi yönü olarak sözcüğü şerea' sözcüğü ile aynı kökten gelmektedir. Bu sözcük beyan etmek anlamında olup, şeriat koymak manasında da kullanılır. Şeriat koyana "Şâri'"denir. İslam dininine göre tek şâri' yani şeriat koyucu yani kural/hukuk koyucu Allah’tır. Allah'a bundan dolayı "Şâri-i Hâkim" veya "Şâri-i Mübîn" denildiği de olur. Ayrıca, İslam dininde peygamberler Allah'ın hükümlerini yani şeriatını ortaya koydukları ve insanlara haber verdikleri nedeniyle şari olarak anılabilirler. Şeriat sözcüğünün çoğulu "şerâyi" kelimesi diğer kanunlar için de kullanılabilir. "Musa'nın şerîatı", "Zerdüşt şerîatı" gibi. Kelimenin terim anlamı Mekke'de inen şu ayette açıkça görülmektedir "Sonra seni bu işte apaçık bir şeriat sahibi kıldık. Sen ona uy. Hakkı bilmeyenlerin heva ve heveslerine uyma" el-Câsiye, 45/18. İslam inancına göre son peygamber olarak kabul edilen Hz. Muhammed'den önce de birçok peygamberler gelip geçmiştir. Bu peygamberlerin hemen hemen hepsi, Allah tarafından yeni bir şeriat yani kanunlar bütünü ile gönderilmişlerdir. Hz. Muhammed'in getirdiği şeriat da önceki şeriatların bir devamı ve hatta onların bir tamamlayıcısı niteliğindedir. Bu husus, İslam'ın kutsal kitabı Kuran-ı Kerim’in şu ayetinde şöyle dile getirilmektedir. "Allah, dini doğru tutmanız ve onda ayrılığa düşmemeniz hususunda Nuh'a tavsiye ettiği, sana vahiy ettiğimiz, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya tavsiyede bulunduğumuz dinle ilgili hususları size şerîat olarak koydu” eş-Şûrâ, 42/13. Zaten Yunusumuz da şu sözlerinde bu gerçeği dile getirmiyor mu?Klasik İslam hukukçuları yani fıkıh âlimleri İslam şeriatını 3 ana gruba ayırmışlardır. a İbadetler, b Muameleler ve c Ceza Hukuku olmak üzere üç ana gruba ayırmışlardır. 1- İbadetler İbadet İslam'da, genel olarak Allah'ın hoşnut ve razı olduğu her çeşit eylemi içersine alır. Özel anlamda ise, ayet ve hadislerde özel şekil ve şartları belirlenen ibadetlerin uygulanması kastedilir. Mesela namaz, oruç, hac ve kurban gibi muameleler ibadete birer örnektirler. 2- Muameleler İnsanlar arasında medenî, ticari, ekonomik ve sosyal bütün ilişkileri, insanların devletle ve devletlerin de birbirleriyle münasebetleri bu bölümde yer alır. İslam dini doğumdan ölüme kadar evlenme, boşanma, nafaka, velayet, vekâlet, vesayet, miras, akıle sosyal sigorta, ticaret, ziraat ve her türlü ekonomik işler İslam şeriatını esasları arasında olup İslam, birey ile toplum, fert ile devlet hayatının gereği olan tüm medeni muamelelere ve hatta devletler hukukuna ait olan hükümleri yani insanoğlunu ihtiyacı olan tüm kuralları getirmiştir. 3- Ceza hukuku İslam şeriatının kural ve kanunlarının yürürlükte olduğu bir İslam ülkesinde, İslam dininin emir ve yasaklarına uymayan ve toplumsal düzeni bozmaya çalışan kimselere karşı verilecek caydırıcı ceza hükümlerini içersine alır. Netice olarak şeriat demek genel anlamda varlık âleminin doğal-ilahi kanun ve kuralları demektir. Kâinattaki insan, hayvan, bitki ve cansız tüm varlıkların gideceği yolu Allah tayin edip koymuştur. Bu ilahi bir düzendir. Sadece insanın değil, güneşler, aylar yılsızlar, yer ve gök, hayvan ve bitkiler hepsi bunları hepsi bu ilahi düzene uyma zorunlulukları vardır. İnsan yaratma gücüne sahip olamadığı için kendiliğinden bir düzen kuramaz; bu sebeple onun da bu doğal-ilahi düzene uyma mecburiyeti vardır. Hayvan bitki ve cansızların arasında onlarla beraber yaşayan insan, onlar düzene uyarken insanın kural dışı kalması düşünülemez. Şeriata uyması, yani Allah tarafından kendi doğasına konulmuş olan kanun ve kuralları araştırıp bularak buldukları bu kanun ve kuralları uygulaması onun kendisi için bir tehlike ve öcü değil, bir fayda ve yarardır. Çünkü bu kanunlar tabiat ve fıtrattan ibarettir. O sebeple bu kahrolsun şeriat diye bağıranlar, erisin aksın ay ve güneşler, geceler gündüzler bitsin, mevsimler sona ersin, aile dağılsın, devlet yıkılsın ve varlık buharlaşsın demiş oluyorlar. İnşallah insanlar bu gerçeği bir gün anlar. TASAVVUF / Şeriat-Tarikat-Hakikat-Marifet İnsan, iki yönlü bir varlıktır. Bunun birisi; insanın içinde yaşadığı dış dünya, diğeri de insanın içinde yaşayan, iç dünyadır. Dinin de böyle insan yapısına endeksli olarak iki cephesi bulunmaktadır. Bunun zahirîne Şeriat ve Tarikat denilir. Batınına ise Hakikat ve Marifet denilir. Emir ve yasaklar bütünüdür. Tarikat; bu düsturlara riayettir. Hakikat; Hakkın sırlarının, kul üzerinde, tam bir tesir icra etmesidir. Marifet ise; Hakkın nurlarının tecellisinden doğan coşkun hâl ve lezzettir. Şeriat, Tarikat ve Hakikatten gaye, Marifettir. Marifete ulaşabilmek için bu geçitleri kullanmak şarttır. Siz değerli gönül dostlarımızla bundan sonra tasavvufi konuları ayet ve hadisler ışığına, Allah dostu Mürşidi kâmillerin Vehbi ledünni ilminden istifade ederek daha tesirli bir hale getirmeye çalışacağız. AYET-İ KERiME "... Şüphesiz Rabbim, benimle beraberdir; bana yol gösterecektir." Şuara Suresi, 62 Allah-u Teâlâ Hazretleri; AYET-İ KERiME “Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslam’ı beğendim” Maide/3 buyuruyor. Ve yine Cenab-i Zülcelâl Hazretleri; AYET-İ KERiME “Kim İslam’dan başka bir din ararsa bilsin ki kendisinden böyle bir din asla kabul edilmeyecek ve o ahirette ziyan edeceklerden olacaktır”Ali İmran /85 buyuruyor. İşte ayetler ile bildirilmiş Hak katında tek geçerli din olan İslam dininin emirlerini yerine getirmeye “Şeriat” denir. Şeriat; dinimizin emir ve yasaklar bütünüdür. Buna “Din-i Nizam” da denilir. Bu cepheden bakıldığında; İslam Nizamı, insan hayatının bütün yönlerini kapsamına alır. Çünkü İslam kanunları fıtridir. Bunda hiçbir beşerin iradesi söz konusu değildir. İslam Nizamı’nda insan tabiatına aykırı bir şey yoktur. O, insanlığın mutluluğunu temin için gönderilmiştir. O, her yer ve zamanda bütün insanlar için umumidir. Hiçbir hükmünü kaldırmak veya değiştirmek; yahut aslını tahrif etmek asla mümkün değildir. Şeriat olmadan tarikat olmaz. Binaenaleyh, şeriatı olmayanın; tarikatından da, hakikatinden de, marifetinden de söz edilemez. Öyle ki, mertebeleri ikmal ettikten sonra şeriatı ihmal ve ifsat ederse kişi; o, tarikatı da, hakikati de, marifeti de ifsat etmiş ve fesada vermiştir. Şeriat’ın hududunun dışına çıktığı halde hâlâ kendisini, Sırat-ı Müstakim’de zannediyorsa, kişi, hüsranda kalanlardan, helâk olanlardan ve mülhidlerden olur. Dall ve mudillerden olup, şeytanın arkasına takılanlardan olur. Muhterem Üstadımız Abdullah Baba ks Hazretleri; Şeriat; Cenab-ı Zülcelâl Hazretleri’nin emir ve yasaklarının cümlesidir. Cenab-ı Allah Şeriatı yani Allah’ın emrettiği ve nehyettiği amelleri Peygamberi vasıtasıyla, ona kitap göndererek, hikmetler vererek, üstün vasıflara bezendirerek, insanlara bildirmiştir. Allah-u Teâlâ Hazretlerinin katında geçerli olan İslam dininin emirlerini yerine getirmeye Şeriat denir, buyurmuşlardır. İman edip de kendini şeriata uyduran Müslüman’dır. Şeriatı kendi arzularına ve keyiflerine uydurmak isteyen imansızdır. Bunlar bilmezler ki, Allah-ü teâlâ; şeriatları, nefsin arzularını, keyiflerini kırmak ve taşkınlıklarını önlemek için göndermiştir. Her şeriat, kendisinden önce gelen şeriatı nesh etmiş ve değiştirmiştir. En son gelen şeriat bütün şeriatları değiştirmiş, daha doğrusu şeriatların hepsini kendinde toplamıştır. Kıyamete kadar hiç değişmeyecek olan şeriat, Muhammed-ül Mustafa aleyhisselâtü vesselamın şeriatıdır. Bundan sonra muhterem Üstadımız Tarikat kavramı üzerinde durarak şöyle izahta bulundular Tarikata gelince Allah-u Teâlâ Hazretleri AYET-İ KERiME “Ve biz sizin her birinize bir Şeriat ve bir minhac yol tayin ettik” Maide – 48 buyuruyor. Burada ki yoldan kasıt Allah’a giden yoldur, yani Tarikattır. Tarikat ancak bir Mürşid-i Kâmilden yani Allah-u Teâlâ Hazretlerinin sıfatlarında fani olmuş ve Peygamber sav Efendimizin hakiki vârisinden inâbe alınır. Ayette geçen “MİNHAC”; suyun kaynaklandığı pınara denir. Din deyiminde ise, “Geniş cadde” denilir ki, tasavvuf âlimleri bundan Tarikat kavramını çıkarmışlardır. Tarikat öyle bir yoldur ki, dinin özünü çevreleyen bir sur hükmündedir. Şeriat ise, Tarikatı da saran bir koruyucu kabuk niteliğindedir. Dolayısıyla bu kavramların hepsi birbiri içine girmiş zincir halkaları gibidirler. Bazılarının dediği gibi; “Şeriat ayrı, Tarikat da onun gayrısı”değildir. Üstadımız bu sözü ve sahiplerini beğenmez, daima eleştirirdi. Hatta, “Tarikat yolundaki yürüyüşün ölçüsü Şeriattır” buyururdu. Tarikat, nafile ibadetlerin simgesidir. Şeriat yolunda sağlam yürüyebilmek, nefis ve şeytana karşı daha güçlü olabilmek için konulmuş bir terbiye ameliyesidir. Kulu, Rabbine daha fazla yakınlaştırmaya vesiledir. Nefsini daha tesirli bir şekilde terbiye etmesine yardımcıdır. Üstadım buyurdu ki Tarikatın, ne olduğunun daha iyi anlaşılması için, Rasulullah sav Efendimizin Hz. Aliyyü’l-Mürteza’ya tavsiye ettiği bir hadis-i şerif ile anlatayım inşallah. Rasulullah sav Efendimiz, cennet ve cehennemden bahsederken, cehennemin çok şiddetli, mahşer yerinin çok elemli olacağını, fevc fevc herkesin terleyeceğini, babanın evladından, annenin kızından kaçacağı anı anlatıyordu. Hz. Ali Efendimiz bunları düşününce, kendisini bir titreme aldı. Ve oturdukları mecliste Kur’an tilaveti yapıyorlardı, Azap ayetlerinin okunmasının da etkisi ile dayanamayıp, o halde Rasulullah sav Efendimizin yanına geldi. Efendimiz sav ─Ya Ali! Sıtmaya mı tutuldun, nedir bu halin? diye sordu. Hz. Ali Efendimiz ─Hayır, Ya Rasulullah! Siz ahiretten, mahşer yerinden bahsedip oranın şiddeti ile ilgili mevzuları anlattıkça, ben de şu ayeti okudum, azab-ı elimi sızı verici azabı düşündüm de çok korktum ve üzüldüm. Onun için ne olur ya Resulallah bana, Allah’a Kurbiyyet manevi yakınlık peyda edecek, Allah’a vuslat bulduracak, bir şeyler öğretiniz; dedi. Efendimiz sav de ─Ya Ali, Otur! Dizlerini dizlerime, alnını alnıma, burnunu burnuma daya ve ellerimi tut; “La ilahe illallah, La ilahe illallah, La ilahe illallah Muhammedür-Rasulullah” de. Hz. Ali ra Efendimiz kendisine telkin olunan zikir usulünü bu şekilde almıştır. Bunun için Sufiyye Hazeratı Cehri Tarikatların İmamı olarak Hz. Ali ra’ı gösterirler. Bundan sonra hadisin kalan kısmını nakletmek üzere Üstadımız şöyle buyurdu; ─Ya Ali, Şeriat emir ve nehyimdir. İslam dinidir. Rabbimin bana emir ve nehy ettikleridir. Bunu yapmayanlara azap vardır. Tarik Allah’a giden yol’da benim yapmış olduğum nafile ibadetti. Namaz gözümün nuru, Oruç’ta hüccettir Allah katında kurtuluş sebebidir. Mideni de harama alıştırma. Kim bu söyleneni yaparsa, Allah-u Teâlâ onu sever. Meleklere emreder; “Ey meleklerim! Ben bu kulumu seviyorum, sizler de sevin!” Ve melekler de onu sever. Melekler sevince, müminlerin de kalbine onun sevgisini koyar ve böylece o kimseyi müminler de sever. İşte Tarikat; Şeriat temellerine bina olunan, Rasulullah sav Efendimizin gece ve gündüz yapmış olduğu nafile ibadetlere devamlılıkla yürütülen, “TAKVA” yoludur. Hakikate ulaşmak için öncelikle, İlâhî emirlere harfiyen riayet etmek ve bu vadede kalbini daha sağlam, ruhunu daha güçlü kılmak için de nafile ibadetlere devam etmek gerekir. Ehl-i sünnet vel cemaat akidesine göre İslam fıkhının dört asıl kaynağı; kitap, sünnet, icmaümmet, kıyası fukaha’ya sımsıkı sarıldıktan ve farz, vacip ve sünnetleri eksiksiz olarak yerine getirdikten sonra kötü ahlak ve alışkanlıklardan kaçınıp, güzel ahlaklara donanmaya, zikrullah, nafile ibadet ve tatlarla meşgul olmaktan ibaret olan tarikat ile tarikatın aslı durumunda olan şeriat arasında bir ayrılık yoktur. Muhakkak ki tarikat; şeriat-ı garra-i Ahmediyye’ye sımsıkı sarılmak, ahlak-ı Muhammediye ile edeblenmek, ehl-i sünnet vel cemaat akidesine kuvvetlice sarılmak, çokça Allah’ı zikretmek amellerin en faziletlisi “Nerede olursan ol Allah cc seninle beraberdir. “Nerede olursanız olun Allah cc sizinle beraberdir” ayetlerine uygun olarak daimi bir huzur ve murakabeyle devam etmektir. Bundan sonra muhterem Üstadımız, Hakikat mertebesine geçerek, şu açıklamada bulunmuştur Hakikat kelime mânası olarak bir şeyin aslı anlamını taşır. Hakikatten maksat, her şeyi Allah-ü Teâlâ’nın rızası için yapma hâlini kalbe yerleştirmektir. Şerîatın dinîn emirlerini yapmak, tarîkatın ve hakîkatin hâllerine kavuşmak, hep nefsin tezkiyesi, yâni temizlenmesi ve kalbin tasfiyesi yâni parlaması içindir. Nefis temizlenmedikçe ve kalp Allah-ü Teâlâ’dan başkasının sevgisinden selâmet bulmadıkça, kurtulmadıkça hakikî iman hâsıl olmaz, ele geçmez. Felâketlerden, azâblardan kurtulmak için, hakikî imana kavuşmak lâzımdır. İşte bu hakikat makamında olur. Talib olan kişi Allah’ı zikrettikçe, Allah’ı sevdikçe, Nefs-i Emmare, Levvame ve Mülhime’yi geçtikten sonra, Mutmainne makamına kadar gelir. Buraya geldiğinde Cenab-ı Zülcelâl Hazretleri o kimseye; AYET-İ KERiME “Ey huzura kavuşmuş nefis! Sen Ondan hoşnut, O da senden hoşnut olarak Rabbine dön. Seçkin kullarım arasına katıl ve cennetime gir” Fecr / 27,30 buyurur. Allah cc razı olunca perde açılır. Nasıl ki zahirî gözümüz varsa, kalp gözümüz de var. Kalp gözü açılır ve o derviş Üstadını oturduğu yerde, rabıta hâlinde görür. Beytullah-ı görür, Rasulullah sav Efendimizi görür, piranları görür. İşte buna da hakikat denilir. Tasavvufi terbiye ve eğitimde, Tarikat’a girmek isteyen kimseye “TALİB” denilir. Bu kişi, bir tür alıştırma kabilinden bazı küçük vazifeler ile görevlendirilir. Bu vazifeleri başarı ile tamamladığı zaman, üzerinde beliren alâmetler sebebi ile Mürşid olan zât, artık ona kalıcı nitelik arz eden terbiye usûlleri ile yönelmeye başlar. Bu defa Talib, “MÜRİD” olur. Artık iradesini Üstadının direktiflerine yöneltir. Üstadı ona çeşitli zikirler verir. Bunları yaptıkça, hâli, vasfı, ruh dünyası değişmeye ve basit hâllerden daha mürekkeb bir hale doğru ilerlemeye başlar. Nefs-i Mutmainne makamına geldiği zaman, Rabbinin hitabını kalbinde duyacak hassasiyete ulaşır. Artık gönülde tereddüt kalmaz. Tam bir huzur hali, iç âlemini kaplar insanın. Kalbinin kilidi çözülür ve üzerindeki perde kalkmaya başlar. Perde kalkınca artık aradaki mesafeler kısalmaya ve yakınlaşmaya başlar. Kalp âleminde müşahede gerçekleşir ve Üstadı ile manevî irtibat ortamı oluşur. Bu durum daha da ileri mertebelere vardıkça, mübarek zatların ruhaniyetleri zuhur eder. Bütün bunlar, gönül ehline gıda olabilecek şeylerdir. Bunları elde eden kimse, gerek iman ve gerekse amel noktasında “HAKİKAT” derecesine ulaşmış sayılır. Bundan sonra ise Üstadımız, Mürşid olan zatın, Marifetullah mertebesindeki hâlini izah ederek şöyle buyurdular Mürşid, Allah’ta fani olduğu zaman, ona keşif ve kerametler verilir. Nerede bir dervişi varsa, ister biri mağrib’de, biri meşrik’te olsun; hatta diğer yerlerde de olsa onların rüyalarına girer, onları ikaz ve irşadda bulunur. Allah’ın dostu olur. Dervişleri uyurken onları uyandırır. “Evladım kalk!” der. “Oğlum sabah namazı oldu, kalk!” der. “Oğlum vakit geçiyor, kalk” der. Yattığı yerde o dervişe sesini duyurur. Daha da canı isterse, Mevla-i Zülcelâl Hazretleri hemen “Tayy-i Mekân” ettirir de, dervişin evinde bulundurur, kulağını çeker veya tekme vurur; “Kalk”der. İşte Marifetullah da budur. Tasavvuf mesleğinde gaye Allah-u Teâlâ’nın ahlâkına ulaşmak ve bu suretle “Kamil İnsan” mertebesine yükselmek olduğu cihetle, Tevhid denizinin derinliklerine dalıp, Fenafillâh’ mertebesine erişmek için, mutlaka Şeriat, Tarikat, Hakikat ve Marifetullah mertebelerini ikmal etmek gerekmektedir. Üstadımız, İmam Buhari’nin sevk ettiği Kutsi bir hadis ile konuyu belgelemek üzere buyurdular ki Allah-ü Teâlâ Hazretleri; AYET-İ KERiME “Kim benim bir dostuma cefa ederse, muhakkak ki ben de ona harp ilan ederim. Üzerine farz etmiş olduğum ibadetleri ödemekten daha sevimli bir ibadetle kulum bana yaklaşmamıştır. Kulum nafile ibadetle birlikte durmadan bana yaklaşır. Ta ki ben onu severim. Onu sevdiğim zaman da onunla işiteceği kulağı, onunla göreceği gözü, onunla tutacağı eli, onunla yürüyeceği ayağı olurum. Eğer benden bir şey isterse ona veririm. Bana sığınırsa onu korurum” buyurur Buhari. Allah da fani olmanın yoluna da, Marifetullah denir. Mürşid, Allah’ta fani olduğu zaman, ona keşif ve kerametler verilir. Nerede bir dervişi varsa, ister biri mağrib’de, biri meşrik’te olsun; hatta diğer yerlerde de olsa onların rüyalarına girer onları ikaz ve irşad da bulunur. Allah’ın dostu olur. Dervişleri uyurken onları uyandırır. “Evladım kalk!” der.“Oğlum sabah namazı oldu, kalk!” der. “Oğlum vakit geçiyor, kalk” der. Yattığı yerde o dervişe sesini duyurur. Daha da canı isterse, Mevla-i Zül Celal Hazretleri hemen “Tayy-i Mekân” ettirir de, dervişin evinde bulundurur, kulağını çeker veya tekme vurur; “Kalk” der. İşte Marifetullah da budur. Yunus Emre de; “Şeriat, Tarikat yoldur varana Hakikat Marifet andan içeri”, buyurduğu budur. Demek ki Şeriat, Kur’ana tabi olmak, emirlerini uygulamak. Tarikat, Rasulullah sav Efendimizin sünnetlerini işlemek sureti ile Allah’a giden yolda bir Mürşid-i Kamile bağlanıp, nefis meratiplerini aşmak demektir. Hakikat ise, kalp gözünü açmak. Marifetullah da, Allah-u Teâlâ’nın sıfatlarında fani olmaktır.” Şeriat ayrı Tarikat ayrı değildir, bir misal daha verecek olursak Bir tas sütü düşünün; süt var, sütün suyu var, yağı var, kaymağı var. Bunun hepsi nasıl sütün aslındansa Tarikat, Hakikat ve Marifet de Şeriatın aslındandır. Şeriatın içerisinde özdür. Çalışıp daha takva olmaktır. Şeriat su, Tarikat süt, Hakikat yağ, Marifetullahta kaymağıdır.

şeriat tarikat yoldur varana ilahisi